11 Mayıs 2012 Cuma

1 Mayıs'a Dair

Gerek ülkenin politik iklimine ve yaşam pratiğine olan yansımasını, gerekse toplumun rutinini etkileyebilme iradesini görebilmek adına biraz geç kalınmış bir 1 Mayıs yazısıdır bu. Klişe tabirdir; “coşkuyla kutlandı”. Hakiki manada tüm yıl biriken bayram ve kutlama coşkusundan daha fazla, muhalif olmak ve farklı olduğunu haykırmak ihtiyacı bu özel günde en coşkulu biçimde kendini göstermiş oldu. Özellikle Sol partiler, belki de işçi hakları ve bu kavramın kendisinden hareketle haklı olarak en çok kendileri sahip çıktıkları için bütün bir yıl bu güne hazırlandılar. İdari makamlar yine aba altından sopa gösterse de, günün anlam bakımından en sembolik yerinde, yani Taksim’de kutlanması olasılığı son ana dek muallak kalsa da hiçbir engel, mesele yaşanmadan, bazı nümayişler dışında 1 Mayıs çok katılımlı bir kitle ile kutlanmış oldu. Yazının başında belirttiğim, malum günün ülkenin politik iklimine bir katkısı oldu mu sorusundan hareketle 1 Mayıs’ı yorumlamaya başlamak gerekir.

Türkiye, çalkantılı siyasi geçmişi ve yoğun gündemi ile bilinen bir ülke. Bir sabah operasyonu, siyasilerin karşılıklı ve seviyesi şiddetli beyanatları, bir spor müsabakası yahut bir özel gün, ülkenin o an uğraşmakta olduğu tüm meseleleri farklılaştırabiliyor. Lakin bu sene 1 Mayıs’ında da ülke yalnızca bir günlüğüne emek, bayram ve işçi kavramları ile maalesef sadece ufak bir değişiklik yaşayabildi o kadar. Sloganlar, talepler yine ütopya alemlerinde gizlendi; insanların sesleri yalnızca belli saatler aralığında aynı andalık kazandı ve sona erdi. Herhangi bir 1 Mayıs’ın, memleketteki dinamikleri geri dönülemeyecek derecede harekete geçireceği ya da sözü edilen talepler adına bir şeyler yaşanacağı iddiasında değilim maalesef. Öte yandan yazık ki memleketimizde insanların, sisteme olan itirazları yahut beklentilerini duyurabilmek adına bir araya gelmeleri, kitleselleşmeleri direkt olarak hedef olmalarına yol açtı şimdiye dek. “Kanlı 1 Mayıs” olarak bilinen 1 Mayıs 1977’de yaşananlar, aslında topluluk olmaya ve çoğulluğun sesini duyurmaya, bu bağlamda siyasal irade ve uzantısı kolluk kuvvetlerinin bu topluluk olma hali ve çoğulluğa karşı bakış açısını acı bir şekilde hatırlatıyor. Bu yok sayma davranışı dönemsel olarak yorumlanabilir gibi görünebilir. Lakin değişen koşullar, uygulanan şiddettin ve yok saymanın boyutunu ve yöntemini değiştirdiği gibi, bu konuda “önleyici” imkanlar çok daha fazla. Bir 1 Mayıs daha, son birkaç yıldır Taksim’de yapılabiliyor olmasına karşın birkaç gün sonra unutulmaya mahkum olan bir tarihten öteye gidemiyor yazık ki.

Toplumsal rutini ve yaşam pratiğini etkilemesi meselesi de, söz konusu tarihin ülkenin siyasal iklimini ne denli etkilediği ile paralel durumda aslında. Bu bağlamda 1 Mayıs’ı bir anlamda emek veren herkesi birleştirmesi muhtemel bir gün olarak düşünebiliriz. Bir ideoloji savunan ya da savunmayan, yalnızca insanın sahip olduğu en önemli değer ve araç olan emeğin sözünü etmek isteyen her insanın gerek arkadaş çevresi, gerek ailesi ile dışarı çıkabileceği bir gün. Ancak öyle zannediyorum ki, emeğin merkezde olduğu bir durumda 1 Mayıs’a sahip çıkmak için bir partiye ait olmamak gerekir. Yani yürüyüşün herhangi bir anında kırmızı, beyaz, mavi yahut sarı bayrak ve flamaların altında yürüyerek gayet evrensel birkaç slogandan sonra parti sloganı atmayı istememe hakkı gibi. Bunun sıkıntısı, 1 Mayıs denilince bulunulmak istenen ve simgesel değeri yüksek olan Taksim Meydanı’na çıkan her yolu ve yokuşu bir partinin kapatması ile kendini gösterdi. Bireysel olarak katılmış bulunduğum ve yalnızca emek merkezinde değil, memleketteki tüm zulüm ve hukuksuzluklara karşı alanlarda bulunmak gereğini duyduğum bu günde birbirinden uzakta, farklı flama ve bayraklara bölünmüş partilerin bir defa olsun bir araya gelmeyerek, adeta “1 Mayıs en çok bizim bayramımız” demeye çalışması insanı müthiş rahatsız ediyor. Anlamak istemiyor oluşuma karşın kendilerini “sağ” ve “sol” olarak tanımlayan insanların bir araya gelmemesi neyse de, kendini “sol” olarak tanımlayan irili ufaklı onlarca parti ve örgütün, birbirine karışmamaya özen göstererek emeği ve halkların kardeşliğini savunması, “bu emek parçalı ve kişiden kişiye değişen bir olgu mu” ve “halklar birbirinden ayrı partilerde mi kardeş oluyor” gibi sorular ister istemez insanın aklına geliyor. Belki de bir tek DİSK, KESK ve TMMOB gibi oluşumlar, biraz da sendika olmanın getirdiği ortak mücadele ruhu ve gereksinimi ile bir aradalardı. Parti, sendika ve örgüt bir kenara kadın hakları savunucularının, sanatçıların, eşcinsellerin; özetle 1 Mayıs alanlarında şimdiye dek esamesi okunmamış, görmezden gelinmiş grupların meydanlarda yer alması özellikle çok güzeldi ve özlenilen çeşitliliğe eşsiz bir örnekti. İnsanı, farklılığı merkeze almadıkça ve bu bağlamda farklı renk ve flamalar da olsa, bunları kaynaştırmadıkça, bu farklı bayrakların birleştirdiği gölgenin altında yürümedikçe 1 Mayıs “gruplaşmaktan” sıyrılamayacak gibi.

Şüphesiz bütün bu satırlardan sonra Sol partilerin, memlekette şimdiye dek emek kavramına dair en gayretli ve ısrarcı çabayı gösterdiğini söylemek gerekir. Şikayet etmekte olduğum, birçok insanın da farkında olduğu gibi Sol’un kendi içinde bölünmüşlüğü, 1 Mayıs ve arada gerçekleşen nümayişler dışında pek zor görünür olmasıdır. Bu, apayrı bir başlıkta incelenmesi gereken ve hiç de kısa soluklu kalmaması gereken bir konu. Öte yandan, biraz da iyi şeylerden bahsetmek gerekir. Müthiş sıcak ve sıkıntılı havaya rağmen katılımın, özellikle çeşitli ve zengin bir katılımın varlığı bu günün, birbirinden farklı insanlar tarafından ne kadar önemsendiğini gösteriyor. Henüz anne-babasının kucağında durabilen ya da artık bastonuyla adım adım yürüyebilen insanların varlığı günü daha da anlamlı ve duygusal kılıyor. Bunun yanında başta Kürt halkı olmak üzere, diğer etnik kesimlerin de bu güne ne kadar çok sahip çıktığına tüm katılanlar şahit oldu. 1977’de ölenlerin isimlerinin tek tek anılması ve tüm katılanların hep bir ağızda “Burada” şeklinde karşılık vermesi günün en birleştirici anlarından birisiydi. Bunun dışında kimin sendikası çıktıysa onun can kulağı ile dinlemesi, kalanların sıcak hava ile mücadele etmesi ya da kendi halinde oyalanması ile gün yaşanmış oldu.

Durmadan acımasızlaşan ve dişlerini gösterip halklara saldıran sisteme, insanı özüne yabancılaştıran ve birörnek kitleler haline getiren siyasilere, insanı insan eden tüm değer ve unsurları “marjinal” olarak tanımlayan tüm gürültülere karşı her dönem, her an Mayıs 1 ruhu ile…

15 Nisan 2012 Pazar

Tiyatro: "Yasaklamasak da mı Saklasak?"


Sanatın var olmadığı bir dünyanın yavanlığı, tekdüzeliği ve birörnekliğinden bahsetmemek mümkün değil. İnsan hayal gücünün, yaratıcılığının, sistemlere ve kalıplara karşı duruşunun simgesi olan bu kavramın ortaya koyduğu gerçekler insan özgürlüğünün güvencesi ve devamlılığını sağlayan unsurlardır. Devletlere, din ve büyü gibi insanı düşünmekten ve sorgulamaktan alıkoyan kavramlara karşı insan varlığının devamının aracısı olan sanat olgusu, birçok farklı yöntemle kendini gerçekleştirir. En temel duyu organlarında yankılanarak karşılık bulmaya başlayan bu yöntemler, giderek ruha, kalbe ve beyne ulaşarak insan varlığının manasıyla kaynaşır ve anlam kazanır. Yalnızca “rol yapmak” yahut yazılı bir metni temsil etmek olarak algılanmaması gereken, devrim yaratan, barış sağlayan bir işlev de gören tiyatro; sanat dallarının en uzun soluklu ve saygı değer olanlarından birisidir. Türkiye özelinde de kuklacılık, meddahlık ve ortaoyunu ile başlayıp, Batı etkisindeki anlayış ile yeni bir boyut kazanarak varlığını sürdüren tiyatro yazık ki son zamanlarda müthiş bir saldırı ve karalama kampanyasına maruz kalmış vaziyette. Bu bağlamda, ki yargılama konusu bile olmaması gereken bir unsur olarak en fazla yöneltilen eleştiri “müstehcenlik” olgusu.

Ulusal ve yerel düzeyde yaşanan birçok örnek söz konusu. Bu sebeple özellikle canlı olan ve son zamanlarımıza damga vuran üç örnek üzerinden ilerleyerek Türkiye’de tiyatrocuların ve tiyatro sanatının karşı karşıya kaldığı muameleyi anlatmaya çalışacağım. İlk örnek, geçen sene bu zamanlarda Ankara Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen “Genç Osman” isimli oyunu izlemekte olan Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle salonu, beraberinde adeta bir ordu ile terk etmesi. Söz konusu şahsın şikayet unsuru olarak yorumladığı mesele ise oyunculardan Tolga Tuncer’in, kendisine doğru kaş göz işareti yapmak suretiyle hakarette bulunduğu iddiası. Takip edenler bilir, soruşturma açıldı, deyim yerindeyse kelleler alındı ve sair. Bu, bir anlamda münferit bir rahatsızlık olarak algılanabilir olsa da, aslında devleti ve düşünceleri, beğenileri, yaşayışı dokunulmaz olarak algılanan insanların sanat anlayışından olabildiğince yoksun olduğunu gösteren bir örnek. Söz konusu şahıs, aslında tiyatro, sinema, müzik ve resim gibi uğraşların aslında bir “doğru”yu, hatta tarafsız olanı değil, düpedüz kendi doğrusunu anlatmasını isteyen “çoğunluğun” üyelerinden sadece birisi. Milli ve ahlaki değerler olarak adlandırılan yazısız yasanın uygulayıcı ve inancılarından birisi, ayrıca üzerinde devletin başındaki kişinin kızı olmak gibi sorgulanamaz bir zırh söz konusu.

Tiyatro sanatının ve algısının ne denli ötekileştirildiği bir ülkede yaşadığımızı düşünürsek aslında iki tarafın da reaksiyonu son derece olağan: “Sorgulanamaz izleyici” en başta, inandığı değerler ile örtüşmeyen oyundan hazzetmiyor, bu hissiyatın yarattığı gerginlik sonucu olarak da sanatçının küçük bir jesti karşılığında “tepkisini” ortaya koyuyor. Öte yandan sanatçı, Türkiye’de hakiki manada “tiyatro” icra etme kaygısı bulunan, sistemlere ve değerlere eleştirel bakan özgür bir beyin olarak mücadelesini böyle yansıtmak istiyor, göz göze geldiği kişi “sorgulanamaz” bir konumda da olsa jestini göstermekten geri durmuyor. Bu bir nev’i “kazanan-kaybeden” biçimine indirgenebilecek bir ilişki. İki uç da kendisini kazanan, karşısındakini kaybeden olarak görmekte. Devlet, varlığını ve devamlılığını sorgulayan, eleştirel davranan ve yaşayan sanatı olabildiğince yontmaya, köşelileştirmeye çalışır ve bu bağlamda onu yaşamının önceliklerini zorlanarak elde edebilmesi yoluyla sınırlar. Yani gerektiğinde aç bırakır, hapse atar ve benzeri. Sanatçı, her şeyden evvel idealisttir, hayatta ölümsüz kalabilen tek irade olan hayal gücüne sahiptir ve birikip birikip patlayabilirse devleti de, sistemleri de yıkıp geçebilir. Bu motivasyon ile yaşayan ve maddiyatı hayatının önceliklerinden söküp atan, erdem ve duruş sahibi olmayı hedefleyen sanatçı için tüm baskılara karşı bu uğraşısını icra etmek de başarıdır, kazanımdır. Bu meselenin, yazık ki bu döneme has olmadığını ama sanat uğraşının daha gerçek, somut değerlere dayanan siyasal iradeler döneminde nispeten daha özgür olabildiğini düşünürsek bir kara deliğe sürüklendiğimiz bilincine varmak elzemdir.


Diğer örnek, aslında tek tek ifade edebilirsek bitmeyen bir yadsımanın, görmezden gelmenin sonucu olan Kürt tiyatrosunu ve ülkenin diğer etnik unsurlarını sanat uğraşılarından men etme çabasıdır. Bu, yalnızca sanat dallarından tiyatroda vücut bulan bir engelleyici anlayış değil. Toplumsal ve kültürel olarak, yaşayış biçimi anlamında hiç azalmayan bir yok sayma. Muhafazakarlık kavramının, mevcut olanı ve alışılanı korumaya çalışmak, bir farklılık ve yenilik meydana gelmek üzere iken onu ezmeyi istemeye karşılık geldiğini biliyoruz. Milli değerler temelinde gelişen bu kavramın, ahlaki ve kültürel hayattaki boyutları çeşitliliği, farklı renkler ile kaynaşabilmeyi ve nihayetinde birey özgürlüğünü sona erdirmeye doğru ilerlediğini daha fazla görüyoruz günden güne.

Bu genel ve farklı boyutlarda açıklanabilecek sorunu tiyatroda özelleştirme düşüncesindeyim. Güneydoğu Anadolu illerinde gitgide sayıları artan enstitü ve eğitim kuruluşlarının, yok olmama mücadelesi veren bir kültürü, sanatın farklı disiplinleri ile ayakta tutma çabasından birisi de tiyatro. Efsanelerin, anlatıların, yazılı ve yazısız günümüze aktarılan her şeyin tiyatro yoluyla ifade edilebilmesi hem bu topraklarda var olan çeşitliliği daha canlı görebilmek adına kıymetli bir fırsat, hem tiyatronun bir kültür ve ulus çatısı altında eritilmemesi gerektiğini göstermek adına bir imkan, hem de her şeyden evvel tiyatro ile iştigal etmenin dünyada nefes alan her insan için bir hak olduğunu anlayabilmek adına önemli bir sonuç. Bu çerçevede, “bir ulusun propagandası yapılıyor”, “ayrımcılık körükleniyor” diye yaftalamadan önce, her insanın, kendi gerçekliği ve varoluşunu tiyatro ile ifade edebilmek adına hak sahibi konumda bulunduğunu zihinlerimize işlememiz lazım geliyor.


Son örnek ise, yazık ki tiyatronun özgür iradesini ve eleştirel duruşunu yok etmeye varan bir gelişme. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden geçen bir yönetmelik ile Şehir Tiyatroları’nda en yetkili kişi “müdür” oldu. Genel Sanat Yönetmeni’nin müdürün altında çalışacak konuma getirilmesi ile sahnelenecek oyunun içeriği, kostümleri, sanatçıları ve birçok unsur müdür tarafından belirlenecek. Bu, her ne kadar seçimle iş başına gelse ve bir şehrin ihtiyacı olan hizmetleri yerine getirmek yükümlülüğü ile var olsa da siyasetin, partilerin bir uzantısı olan belediyelerin icra etmemesi gereken bir şey. Ayrıca tiyatroyu nesnellikten ve dürüstlükten uzak tutan bir gelişme. Bu çerçevede Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu’nun da bir anlamda istifa etmek durumunda kalması ile süreç “tamamlanma aşaması”na doğru getiriliyor. Öte yandan, meseleyi körükleyen ve adeta ağzından köpükler saçarak duyuran kökten dinci gazetenin yayınlarını eleştirmek için sözcük sarf etmek bile boşuna bir emek ve gayret. Her gün yeni bir tür nefret suçu işleyen bu güruhun yayın organı, maalesef halen varlığını sürdürebiliyor ve "bilgi edinmek" gibi önemli bir ihtiyacı bu paçavradan karşılayan insan sayısı hiç de az değil.

Bu soruna, memlekette yaşanan birçok olumsuz gelişmeye yönelik olduğu gibi toplanarak ve seslerini duyurarak karşılık veren tiyatrocular ise artık, bir süredir demokrasi tanımı altında oynanan “tiyatro”nun son perdesini haklı bir isyan ve yarı umutsuzluk ile izliyorlar. Bu umutsuzluğun müsebbibi ise özetle Türkiye halkı. Memleket sathında herhangi bir farklı düşünce, sorgulayıcı akıla tahammül edemeyen, karşılaştıkları ve sarsıldıkları eleştirellik karşısında bel altı vurmaktan çekinmeyen bir toplumdan söz ediyoruz. İnsana, umuda, barışa ve özgürlüğe dair kaygı ve değerlerden başka bir amacı olmayan sanatın tüm dallarının birer yan unsur olarak varlığını sürdürdüğü bir durumda halkın bu meşgalelere sahip çıkmaması, tabii olarak devletin de sahip çıkmaması sonucunu doğuruyor. Bu noktada kabahati sadece son zamanlarda ya da Cumhuriyet sonrası insanında değil, yüzyıllardır var olan teslimiyetçi, muhafazakar, sorgulamaktan ve eleştirmekten çekinen Türkiye insanında da bulmak gerekiyor.

Tükenen Duygulara ve İstanbul Ruhuna Ağıt: 'Sevmek Zamanı'


Surete duyulan aşk, zamanın çürüttüğü ilişki biçimleri ve gitgide duyulan korkular, kaygılar. Halil’in bağlılık duyduğu, dostu, ailesi, sevgilisi, her şeyi haline getirdiği kadının resmi koşulsuz bir samimiyetle kucaklıyor kendisini. Cumhuriyet sonrası İstanbul tarihinin en naif, karamsar, siyah-beyaz yaşandığı yılların, 1960’ların ortasında gittikçe bozulan aidiyet ve kimi zaman mutluluk, gerektiğinde hüzün gereksinimi algısına bir tepki boyacı Halil’in, kadının resmine olan aşkı.

Film boyunca işittiğimiz konuşmalara bir fon olarak algılayabileceğimiz sağanak yağmur hali, aynı zamanda şehrin ve gittikçe yiten hassasiyetlerin, değerlerin ardından dökülen göz yaşları gibi. Bir adamın, bir eve gizlice girmesi ve sonunda tüm heyecanı, mahcubiyeti ile resme kavuşmasının anlatılışındaki incelik ve metaforla başlıyor her şey. Film boyunca tecrübe edebileceğimiz gibi, her olay ve durum bir anda yaşanıyor, karşımıza geliyor. Böyle bir akış içerisinde de bir anda evin sahibinin kızı, bir haftasonu gezmesi için şehirden adaya uğruyor. Müziğin varlığı, müziği işitmesi karşısında nedenini merak ederek bir anda kadının yukarı çıkması ve pencerenin ardından kendi suretini izleyen adama bakışı; izleyicinin kadına, adama ve ikisinin arasındaki olasılıklara dair bakış açısını bir anda beklenmedik derecede sonuca hazırlıyor. Lakin Halil’in ne kadar hassas, kırılgan ve melankolik bir adam olduğunu, bu çerçevede hem Meral’i, hem de izleyiciyi zorlayacağını çok defa görüyoruz.


Sinemanın, insanları eğlendirmek için var edilmiş bir sanat dalı olduğu birçok kişice inanılan bir tanımlamadır. Bu çerçevede dramalar da, komediler de, insanı yaşamakta olduğu tekdüze hayattan “ideal olana” sürükleyen kurgular üzerine inşa edilir. Daha çok “durum” kavramının yansıtıldığı sanat icrası kaygısını taşıyan filmler de bir anlamda festivaller yahut bünyesinde var olan bir-iki popüler oyuncu ile izleyiciye o filmi izleme motivasyonunu aşılar. Sevmek Zamanı ise çekildiği dönem anlaşılabilir ve özümsenebilir olmaktan yazık ki çok uzak oldu. Sevmek Zamanı; yaşanılan dünyanın, insan ilişkilerinin ve aşk anlayışının değiştiğine bir ağıt ve bir insana ya da o insanın suretine sığınılmak istemine dair bir anlatım. Ait olmayı ve sadakati değil gerçek hayatta yaşamak, filmde dahi bunun mümkün olamayacağına dair bir karamsarlık söz konusu. Bunu gerek Halil’in her şeyi, eninde sonunda kendi içinde yaşayan halinde; gerek Meral’in nihayetinde “gerçek aşkı” bulması ile kendi hayatını, istemediği bir evliliğe kurban seçişinde; gerekse de Halil’in ustası Mustafa’nın, Meral’in evleneceğini gazetede okuduğu anda yükselen “Kahpe Dünya!” haykırışıyla görebilmek son derece mümkün.

Merhum Metin Erksan'ın, sinema tarihimizde "Yılanların Öcü", "Kuyu" gibi filmler ile ne denli aykırı ve özgün olduğu herkes tarafından bilinmekte. Çekildiği dönemde, alışılagelmedik bir anlayış ve anlatımla bu filmin de maddi yetersizlikler sebebi ile gösterime uzun süre girememiş olması bunu ayrıca kanıtlıyor. Zamanının ötesinde, anlatmak istediği bir şeyler olan ve bunu muhteşem bir senaryo, an ve görüntü bütünleri, mekan seçimi, müzikler ile yansıtmayı başarmış bir ismi ne kadar özlemle ansak az. Oyuncu seçimi konusunda ise, yine zamanının, en azından siyah-beyaz dönemin popüler isimlerinden Sema Özcan'ın karşısında nispeten tiyatrocu kimliği daha ağır basan Müşfik Kenter'in insanı sarsan, hayretler içinde bırakan bir oyunculuk çıkarması filmi izlenebilir kılan önemli niteliklerden birisi. Sema Özcan'ın oyunculuğu ve adeta Müşfik Kenter ile karşılıklı olarak izleyiciye rol yapmıyorlarmış, her şey gerçekmiş gibi hissettirmesi yanında; "resmine aşık olunan kadın" olarak gerçeklik kazandığı duru ve eşsiz güzelliği de gözümüzün önünden gidemiyor.


Çekim teknikleri, görüntü kalitesi ve anların ifade ediliş biçimi, Sevmek Zamanı’na dair söz edilmesi elzem unsurlar arasında. Deniz kenarının, Halil’in tek başına denize doğru uzayan iskelede yürüyüşlerinin, Meral’in meşhur İstanbul siluetine sahip evinde yaşadığı onca acı dolu an olabileceğinin en kusursuzu olarak paylaşılıyor izleyici ile. İç acıtan konuşmalar, kavgalar, kavuşmalar; sonsuz bir ufuk hali ifade eden bu görüntülerde gerçekleşiyor. Öte yandan, filmin malum ayrılık sahnesinin ise bir kemer altında, adeta bir monolog ile sona ermesi ise bütün bu anlardan daha farklı bir yerde. Bu anların yaşandığı kareler apayrı bir inceleme konusu olabilir. Yürüyüşün yönü, sırası, konuşmaya önce kimin başlayacağı ve konuşmayı kimin yönlendireceği gibi unsurların merkezinde o kemerin altı ve filmin ruhu olan sağanak yağmur yaşıyor.

Şehrin insanlarının mutluluğa dair anladıkları ve yaşadıklarının, modern zaman algısına göre aslında ne kadar “basit” ve yorucu olmayan bir düzeyde gerçekleştiği önemli bir durum. Bu; beklenti üzerine beklenti yükleten zamanın, yalnızca gerçekleşmesi mümkün olmayan düşleri devasalaştırdığını ve insanı gittikçe kayboluşa sürüklediğini gösteriyor. Her şeyi bilme gayreti ya da bir şeyi en çok bilen olmaya çalışmak ve sona ermeyecek doyumsuzluk gibi sıkıntılar neticesinde ittirdikçe ilerletebildiğimiz her şeyi bir anda sona erdirip kırsala yerleşmek yahut Halil gibi bir zanaat sahibi olup, kıt kanaat de olsa geçinmek isteği doğuyor içimizde. Elbette şehirde yaşamak, şehirde anlam bulmak insanı alışkanlıklarından koparamadığı gibi, günün birinde iş gereği bulunulan bir yerde, bir resim ne vakittir yoksunluğu duyulan sığınma hissini ve sıcaklığı da vaat ediyor insan ruhuna.

İnsanın sahiplik duygusu, içlerinde kendisinden bağımsız bir biçimde var olan hisleri maddeselliğe yansıtma istemi duygulara ket vuruyor, bunu tekdüze kılıyor. Bu sorunu, insanların giderek bencilleşmesi ve kitleselleşme meselesinin temelinde gizlenen bireycilikle dahi ilişkilendirebiliriz. İnsan hayatının merkezi olabilmekten gittikçe uzaklaştırılan ve gereğinden fazla anlam yüklenen evlilik gibi kavramlara eklemlendirilen aşk olgusunun eksikliği, insanı yaratıcılıktan, hayal kurabilmekten ve bütün bunlarla birlikte iyimserlikten uzak kılıyor. Birey, ne yapmak istediğini bilemez bir biçimde tutunacak bir dal arıyor. Bütün bunların yarattığı eksikliği kapatabilmek içinse çöküşün ve düzensizliğin yoğun şekilde yaşandığı evrenin, insanı sadece “oyalayan” yanlarıyla ilgileniliyor. Sevmek Zamanı, zamanın insanı sevdiği ile anlam bulmaya duyduğu, lakin gizlediği bu ihtiyacını eşeliyor. Bu gereksinimin eşelenmesi de insana, yaşanılan evrendeki en insani gerçek olan bu duygunun, yazık ki ne kadar yüzeyselleştiğini ve sıradanlığa indirgendiğini hatırlatıyor.

20 Mart 2012 Salı

'1984' Notları (1)


Olumsuz bir ütopya, var olan ve meydana gelmiş tüm totaliter ve otoriter rejimlerin, baskı ortamlarının en korkunç ve karşı gelinemez olanı... George Orwell’ın efsanevi politik romanı 1984’ün, dünyanın son 100 yılda gördüğü tüm acımasızlık, zulüm ve kısıtlamalara dair açıklamalara sahip olduğu söylenebilir. Düşünmek eyleminin ortadan kaldırıldığı, ‘özgürlük’ ve var olan iktidara karşıt konumda düşünceler meydana getirebilecek sözcüklerin yok edildiği bir “newspeak”, yeni bir dilin üretiminden başlayarak insan olmaya ve içselliğe dair tüm izleri söküp atana dek mücadele eden, en küçük bir zaafiyete mahal bırakmayan bir devlet aygıtı. 1984’ün, son 100 yılda yaşanan olay ve olgular kadar, modern zaman ve bundan sonrası için de söyleyebileceği şeyler mevcut.

Romandaki toplumsal ve politik düzeni ve yaşayışı temel referans olarak ele alarak, benzeşim ve olasılıklar üzerinde durmak uygun görünüyor. Romanda, dünya iki adet savaştan çıkmış; Rusya ve ABD olarak bölünmüş, lakin ardından birbiri ardına meydana gelen atom bombası saldırıları ve ABD’nin Britanya’yı, Rusya’nın tüm Asya’nın kuzeyi ile Türkiye’yi de içine alacak şekilde yutması ve Doğu Asya’nın ortaya çıkması ile yeni bir dünya düzeni meydana gelmiştir. Üç büyük güç haline gelen ve devletlerin savaşmazlığının bir simgesi olarak bırakılan tampon bölgeli durum, devletlerin birbirleri ile sürekli bir savaşta olması gerektiğini dayatır. İç kamuoyunu yönetme ve motive etme eşiği elbette bununla beslenir. Siyaset, ideoloji ve düşünce elbette çoktan ortadan kalkmıştır ama özellikle Okyanusya’da İç Parti, asla en küçük bir açığa dahi tahammül etmez. Bu düzen, savaş algısının büyük oranda içinin boşaltıldığı bir anlayışı da muhteva eder. Toprak kazanmak ve yayılmak gibi anlayışlar üzerine savaş meydana gelmez. Savaş, üretimden arta kalanların, artık ve atıl durumdaki fazlalıkların yok edilmesi için, sadece bu sebepten dolayı var edilen ve elbette bu üç gücün sürekli bir dinamiği halini alan yegane eylem haline dönmüştür. Özellikle yaşanan dünya savaşları, giderek değişen yöntemler ve amaçların yarattığı etki göz önüne alındığında; yazarın, biraz da kişisel ilerigörüşlülüğü ve tahlil yeteneğiyle modern zamanda savaştan anlaşılan algıyı yıllar evvelinde tüm boyutlarıyla yansıttığı söylenebilir. Savaş, devletler, yığınlar sadece tek bir konum ve gerçeklik için vardır: İktidar.

İktidar, 1984 romanında çok önemli bir kavramdır. Gerçekleştirilen tüm eylemlerin, yaratılan tüm dünya ve yaşamsızlık algısının biricik sonucu iktidara sahip olmaktır. Burada, geçmiş totaliter ve otoriterlere yapılan atıflar dikkat çekicidir. Hoşgörüden despotizme örneklenen yönetim biçimlerinde türlü türlü, ufak büyük her çeşit zaaf mevcuttur ve bu zaaflar eninde sonunda o iktidarı yerle bir etmiştir. Ama 1984 İktidarı, düşünce suçlusu olarak tutukladığı ve bir zaman sonra değiştirdiği, adeta mankurtlaştırdığı insanları dahi bir gün kurşuna dizerek infaz edecek ve böylece toz zerresi kadar bir isyan olasılığı bırakmayacaktır. İktidarın, modern zamanda özellikle sansasyon yaratımı, olağandışı gelişmeler sağlama ve olaylara sebep olma yolundan geçtiği göz önüne alınırsa; ne kadar değerli bir güç ve sonsuzluk vaat eden bir araç olduğu maddi yaşamda da izlemlenebilir. En temel örnek olarak seçim kampanyaları bu yolun örnekleri ile doludur. Gerektiğinde, evvelinde sarf edilen sözler değiştirilir, adeta insanlara “böyle değildicilik” oynanır ve kitlelerin temel motivasyonu olan birincil ihtiyaçlar, türlü ve belirsiz amaçlar arasında kaybolur, insanlar da büyük oranda tutunacak bir dal kalmadığı hissi ve görevini yerine getirme düşüncesi ile oylarını malum siyasal iradeye kullanırlar. İktidarın uygulamalarından rahatsızlığın bir periyoda yayıldığı ve süreklilik kazanarak, devamlı bir halde yansıdığı ama buna karşın, iktidarın yine başa gelmesi sürecinin anlık sayılabileceği ve bu kadar kısa zamanda insanları ikna edebilmişliği göz önüne alınırsa; iktidar 1984’teki kadar vahşi olmasa da, güçlü ve zihin çelicidir de. Büyük topluluklara, kalabalıklara ‘yanlış’ geldiği kanaatinde olunan ve buna karşı yükseltilen sesleri ‘pek sık’ duyduğumuza inandığımız rahatsızlıklar; seçim öncesi bir an evvel, üstelik bizzat seçmen tarafından hasıraltı edilmesi gereken şeylermiş gibi öncelik sırasından alınır ve var olan muhalefet hissinden, değişiklik arzusundan feragat edilerek, adeta ‘gerek yok’ denilerek mevcut iktidar meşru kılınır. Bu, büyük oranda hep böyle yaşanmıştır.

Romanın merkezindeki devletin ana ideolojisi ise adeta modern zaman düzeninin bir tezahürü olan Kapitalizm’in aksine Sosyalizm’dir. Özellikle Rusya, Çin ve Kuzey Kore’de uygulanış ve benimseyişi itibariyle bir vakit sonra sona ermeye ve dünyanın geri kalanından izole olmaya mahkûm edilmiş olmasıyla birlikte romanda var edilen bütün bu niteliklerin Kapitalizm’e hiç bulaştırılmadan malum ideolojiye aktarılması ilgi çekicidir. Ingsoc olarak tanımlanan bu ideoloji, kapitalizmin sona erdiği ve proleterlerin yalnızca birer aptallar sürüsü olarak tanımlandığı 1984 yılındaki en adanılası, biricik gerçeklik halini almıştır. İdeolojinin devlet içinde ne kadar var olması gerektiğine ve ilişkisine dair modern zaman, Kapitalizm’den daha öte bir aşamaya geçmiş olan Küreselleşme’yi yaşamaktadır. Küreselleşme, halihazırda büyük oranda iktisadi ve toplumlar arası sınırların sona erdiği bir dünyayı tanımlamaktadır. Üretilen malların, “birey” başlığı altında kitleselleştirildiği ve nefes alan her canlının beğenisinin temelini işgal eden bir hale geldiği görülür. Bu düzen, fikirler ve idealize edilmiş düşünceler için adanmayı da neredeyse tamamıyla sona erdirmiştir. Bulunduğumuz ülkede, yıllarca iyi bir iktidar olmanın temel koşullarından birisi olan ülkenin kurucu partisinin altı temel ilkesi, ülkenin kurucusunun öğretilerine bağlı kalmak olmuşken; bu önceliğin yerini dünya ile entegre olmak, enternasyonal anlamda söz sahibi konumda bulunmak, evrenin kitlesel olarak benimsediği tüm imkân ve beğenilere ulaşmak almıştır. Bu bağlamda iktidarın neye sahip olması gerektiği, hangi kıstaslarla yetkilendirileceği konusundaki anlayış da zamanla paralel olarak yerel ve ulusal bazda değişmiştir. Bir anlamda, maddi bir gerçeklik ve yaşamak için sahip olunması gereken değer olarak paranın, ideoloji demek olduğu söylenebilir. Ama bundan da ötesi, paranın yalnızca güce ulaşmak ve bu gücün etkili olabilmesi adına kullanılabilmesi için bir araç olduğu; hakim ideolojinin tıpkı 1984’teki gibi “iktidar” ve bu gerçekliğe sahip olma güdüsü olduğu ifade edilebilir.

Tele ekranlar, apayrı bir başlık altında incelenebilir bir yaşamsal denetim aracıdır 1984’te. İnsanın her hareketini, davranışını ölçen, teneke sesli marşlar ve coşkulu zafer haberleri ile insanların motivasyonunu diri tutan, akla gelebilecek her yerde en ummadık köşeden çıkan bir göz, kulak, iktidarın beş duyu organıdır. Bu çerçevede, insanların yüzlerindeki ifadelerin, uykularından beklenmedik bir cümleyi haykırarak uyanışlarının da kontrol altında olduğu ve içerdiği iktidar karşıtı bir söylemin ya da yüzdeki bir ekşime ifadesinin Düşünce Suçu olabildiği bir evrenden söz ediyoruz. Bunların yanında, insanın yaşamında var olan her şeyi barındıran ve buna karşılık gelen bir araç tele ekranlar. Bunun, modern zamandaki örneklemini ilk aşamada sürekli kullandığımız yahut hemen hemen her yerde var olan teknolojik aygıtlar üzerinden gerçekleştirmek mümkün. Fakat bu, düşünüldüğünden çok daha etkili, amacı olumsuz olan ve fark edilir bir konumda adlandırabileceğimiz bir olgu romanda. Yine de, gerçek dünyada ve modern zamandaki anlayışın romandaki disipliner, katı ve taviz vermez bakış açısından daha kurnaz ve sinsi, zaafiyet arayan ve bunu kullanan bir niteliğe sahip olduğunu düşünürsek; daha farklı ve popüler teknolojik gerçekliklerden söz edilmesi gerekebilir.

16 Mart 2012 Cuma

Bir Çaresizliğin Tezahürü: "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"


Bir çaresizliğin, orta yaşa erişmiş iki adamın yaşamını derinden etkileyen bir genç kadının meydana getirdiği çaresizliğin sürükleyici bir özeti; Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Yazar Barış Bıçakçı’nın romanı, ardından yönetmen Seyfi Teoman’ın sinemaya uyarladığı eser; her şeyden evvel Ankara’da yaşamak hissi ve kente özgü durumlar, mekanlar, duygusal kararsızlıklar, toplumsal baskının hissettirdikleri ve bütün bunlardan da öte tanımlanamaz bir arkadaşlık ilişkisini ele alıyor. Eserin ana karakterleri, birbirleri ile yaşayan iki yakın arkadaş Ender ile Çetin ve fakülteyi bitirene kadar yanlarında kalması için ağabeyi tarafından kendilerine emanet edilen Nihal.

Roman, Ender’in ağzından ve onun Çetin ile olan ilişkilerini, geçmişte yaşananları, ardından Nihal’in yaşamlarına dahil oluş süreci ve sonrasını yorumlaması ile ilerliyor. Çeviri işi ile uğraşan ve bu sebeple yoğunlukla evde bulunan Ender’in entelektüel, tüm ilişkilerinde kırılganlık taşıyacak kadar hassas olduğu, gerek anlatımı ve gerek yaşadıklarından okunabiliyor. Buna karşın Çetin, Ender’in taban tabana zıttı. Ender’in aksine, kadınlarla ilişkilerinde cinselliği ön planda bulunduran ve bu sebeple Ender tarafından “direkt olarak sonuca gitmek” ile itham edilen, olabildiğince rahat bir insan. Ama yıllar önce anne ve babasını kaybedişi, çocukken ağabeyinin kendisine bakması ve devamındaki yıllar; Çetin’in içinde de, dış dünyaya karşı pek yansıtmadığı hassas bir ruhsallığın varlığı bulunduğu inancını kuvvetlendiriyor. Çetin’in İstanbul yılları, Ender’in hep Ankara’da bulunuşu da, belki hayatı yaşayış biçimi ve duygusallık açısından ikisini ayıran en belirleyici ölçüt. Çocukluklarından bu yana bir şekilde birbirleri ile olan, aynı yerde bulunamasa da iletişmeyi sürdüren iki adam, yıllar sonra ‘diledikleri gibi rahat bir yaşam’ geçirmek heyecanı ile, hayallerini gerçekleştirmeye başladıkları hissini duydukları anda, hiç beklemedikleri bir biçimde Nihal, hayatlarına dahil oluverir.

Kitap, Ender ve Çetin’in, Nihal’in anne ve babasının cesetlerini morgda teşhis etmeleri ile başlar. Fikret de kaza sırasında yanlarındadır ama yaralı bir biçimde kurtulur. Bu, bilhassa Çetin’e yıllar öncesini anımsatan olayın ardından Amerika Birleşik Devletleri’ne dönmek zorunda olan Fikret, Nihal’i, Ankara’da tanıdığı ve güvenebileceği tek yakınları olan Ender ve Çetin’e emanet eder ve böylece günler ilerler. Nihal’in davranışları, yaşayışı, konuşmaları ve kelime seçimlerindeki gelgitler, duygusal karmaşıklıklar; bütün bu süreç boyunca, özellikle anlatıcı Ender’in ağzından tam bir kararsızlık nedeni ve Nihal’e gösterilen davranışlarda çekingenlik olarak ifade edilir. İlk anlarda odasından dışarı adımını atmayan, nihayet bir gece sırılsıklam ve sarhoş biçimde, arkadaşlarının kolları arasında eve taşınan Nihal ile Ender-Çetin ilişkisi, o gecenin ardından farklı bir boyuta ulaşır. Beklenmedik talepler, yakınlık kurma halleri ve devamında Nihal’in bazen Ender, bazen Çetin’le olan yakınlaşmaları; iki arkadaşta da bir duygusal gereksinimi eşelemeye başlar aşama aşama. Kitabın sonlarına doğru ise Ender’in ifade ettiği, Nihal’in aslında o sıralar erkek arkadaşıyla arasının bozulmasından ötürü, duygusal bir boşluk sonucu kendilerine yaklaşması ihtimali iç burkar.

Roman, tam da ortalık güllük gülistanlık gibi görünürken bir anda Nihal’in yaşamındaki ani bir gelişme ile okuyucunun beklediği gerilim ortamını tesis eder. Nihayetinde ise vakit tamam olur ve bir dizi yıpratıcı gelişmenin ardından Nihal, Amerika Birleşik Devletleri’nin yolunu tutar. Ender’in dilinden, anlattığına göre iki yıl sonra, detaylı bir biçimde anlatılan tüm yaşananlar artık şimdiden sonrasına, Çetin ve Ender’in yaşamının öz gerçekliğine ve bir gün “Neden bir tane! On tane alın!” diyen iki ihtiyar olacaklarına dair gelecek tasviriyle sona erer. Demesi şu ki, genç zamanlarını hakkı ile yaşama konusunda sorun yaşayan ya da bunu hissetmeyen her insanın endişe ve bunalımla beklediği orta yaş ve sonrasına dair bu tasvirler, insanı hüzünlendirir.

Duru bir üslup, akıcı ve okuyucuyu bunaltmayan detaylarla bezenmiş eserin bir diğer niteliği, insana Ankara’yı ve kentteki yaşamı, bir ölçüde durağanlığı özendirmesi. Tanıdık ve insanın hayatını çepeçevre sarmış mekanların ve alanların samimiyeti, bütün bu unsurların son derece yaşanmışlık barındıran bir biçimde anlatılması sayesinde okuyucunun gözünde canlanıyor. İstanbul, Ankara’ya nazaran her dönem güzel olarak tanımlanmış, tüm sanatçı, muharrir ve düşün insanlarının esinlendikleri yegane estetik unsuru olmuştur. Lakin, Ankara Kalesi’nin altında serilen şehir manzaralı bir meyhanede içmek, Gençlik Parkı’ndaki dönme dolaba ya da içindeki köprülerden birisine dahi ayrı bir önem addedebilmek, Ankara dışında bir ilçede piknik yapmak gibi eylem ve unsurların lezzeti, İstanbul’da tecrübe edilemeyecek şeylerdir. Bütün bunların ışığında, Ender ve Çetin’in yaşadıkları apartmanın arkasındaki boşlukta yer alan ağaçlar, komşularının en sıradan sese duydukları hassasiyet ile mekanlar adeta dili olan, birşeyler anlatma derdi duyan unsurlar olarak var olmuştur kitapta.

Eserin sinemaya uyarlanmış biçimi, neredeyse pek az “şu detay da olabilirdi” düşüncesini uyandırıyor izleyicide. Romanın bütününden, ince ince seçilmiş ve filmin kurgusuna ustalıkla konumlandırılmış ayrıntılar, romanı okumadan filmi izleyen kişilerde dahi meseleye, karakterlerin ruh hallerine ve şehrin durumuna hakimiyet uyandırırken; oyuncu seçimleri ve performanslar göz dolduruyor. Ender’i İlker Aksum, Çetin’i Fatih Al ve Nihal’i Güneş Sayın oynuyor. Üçü de, romanı okuma safhasında okuyucunun zihninde canlandırdığı görüntülere cuk diye oturuyor. Öte yandan romanda bulunmayan ama Çetin ve Ender’in arkadaşlığının boyutunu, rahatlıklarını yansıtabilmek adına filme küfür diyalogları eklenmesi kesinlikle hoş. Yine romanda detaylı biçimde aktarılan herhangi bir mekan önünde bulunuş, geçiş gibi durumlar da, hakkı verilerek yansıtılıyor beyaz perdeye. Önce romanı okumak, ardından da sinema uyarlamasını izlemek farklı bir deneyim. İlk hissedilen “romanda yaratılan hayal dünyasına yaklaşamadı” düşüncesi olsa da; film sona ererken o “veda” hali, Çetin ve Ender’in yaşamlarının “şimdiden sonrası” ve ekranın kararmasının ardından çalan Sakin’in “Hamur İşleri” şarkısı bu düşünceyi öteliyor. Bizim Büyük Çaresizliğimiz; önce okunası, sonra izleyip, karşında durulası.

10 Ocak 2012 Salı

‘Emek’i Sahiplenmek İstanbul'u Sahiplenmektir


Fotoğraf: bianet.org

Özellikle son birkaç yıldır hukuksal anlamda gittikçe mesafe kazanan Emek Sineması’nı yok etme girişimleri artık son aşamasına geldi. Gün itibariyle projeyi yürüten şirketin büyük hissedarı ve yöneticisi artık yeni bir projenin söz konusu olamayacağını ve siyasetçilerin yaptıkları tüm “Emek yerinden edilmeyecek” açıklamalarına karşın sinemanın, alışveriş merkezinin (AVM) üst katına yerleştirileceğini ifade etti. Var olan değerlerin birer birer “dönüşüm, değişim” gibi kavramlarla hoyratça yok edildiği ve buna karşılık hukuğun dahi işe yaramadığı bir ortamda ne yapmalı da, gerçek bir tepki ortaya koymalı. Öyle görünüyor ki artık meşru olarak ‘son nokta’ görülen hukuk da talan edenden yana olduğuna göre başka çareler düşünmeli.

Binası, İstanbul’da sayısız değerli eser inşa eden Fransız mimar Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan sinema yıllar boyunca yarışmalar, film gösterimleri, festivaller, galalar vd. gibi birçok kıymetli etkinliğe ev sahipliği yaptı. Özellikle Beyoğlu yapılarının karakteristiği olan Barok üslubu, mütevazı emektar çalışanları ve mütevazı biçimiyle hep farklı bir yerde oldu. Lakin artık tarihi değeri olan, yaşanmışlık kokan unsurların değerinin bilinmediği bir düzende sıranın Emek’e de gelmesi, bulunduğu değerli bölgenin kendisini salyalarının suyu akmış biçimde bekleyen sermaye sahiplerinin ilgi alanına girmesi kaçınılmazdı. Beyoğlu’nun öte yakasında Tarlabaşı’nın boşaltılması, İstiklal üzerindeki hakiki “ucube“ Demirören AVM, İstiklal Kitabevi’nin yerinden ayrılmak zorunda bırakılması hep bu doğrultuda gerçekleşen ve gerçekleşmekte olan olaylar. Gelecekte ise, geçmişe ve yakın tarihe şöyle bir göz atıldığında eskisinden tamamen farklı, hiçbir iz kalmayacak bir biçimde deforme olmuş bir İstanbul’u görmek zorunda bırakılacağız gibi.

Peki neler yapıldı ve yapılmakta? Açılan davalar, yıllar süren hukuksal mücadeleler, yürüyüşler, protestolar, sanatçıların ikna çabaları derken isteyenin istediği gibi ilerleyen bir süreç gelişti. Arada bir “Emek yıkılmayacakmış” benzeri demeçler verildi ama bütün bunların laf oyunu, sözcük cambazlığı temelinde söylendiği sonradan anlaşılır oldu. Yapılabilir olan ise şu durumun, Emek’i herkesin ama herkesin sahiplenmesi. Yalnızca sinema izleyenin değil, yalnızca Beyoğlu’nda sinema izleyenin değil; Taksim’e yolu düşen herkesin, İstanbul’da yaşayan herkesin sahiplenmesi gerekiyor. Özellikle de en fazla Taksim’de o sonu gelmez kalabalığın…

Bugüne dek protestolarda ekseriyetle müzisyenleri, sinema ve tiyatro sanatçılarını, yönetmenleri, yazarları, akademisyenleri, entelektüelleri ve bu konuda hassasiyet besleyen bana göre az sayıda kendi halinde insanı gördük. Bu sebeple her ne kadar kişilerin sosyoekonomik boyutu daha önemli gibi olsa da; memleketteki her kültürel olguya, sanatsal yapıta, tarihin süzgecinden bugüne gelen tüm eserlere yapılan müdahalelere gösterilen tepkiler marjinal olarak algılandı ülke insanı tarafından. Mesele ve mücadele tüm kesimler tarafından içselleştirilmedi. Özellikle belki de insanın en çok zoruna gitmesi gereken, İstiklal Caddesi’nin sağlı sollu alışveriş merkezleri (son olarak Demirören AVM), fastfood zincirleri, içinde birkaç saat tüketilen kafelerden ibaret algılanması. Bu, insanların cadde üzerinde yürümektelerken yanlarında gösterilen tepkiye sessiz, umursamaz kalmaları sonucunu doğuruyor. Haksızlığa ve yıkıma karşı duyulan sessizliğin artık ülke insanının iç acıtan bir gerçeği olduğu malum. Ama daha da tehlikelisi insanların kültürel ve sanatsal hassasiyetinin, serbest zaman algısının, “tarihi” sözcüğünden ne anladığının bu denli sığ olması.

Elbette bu, kişilerin kafalarına vura vura değiştirilecek bir durum değil. Bir zihniyet meselesi. Lakin Beyoğlu’na ve bilhassa İstiklal Caddesi’ne aidiyet duyduğunu iddia eden insanların, bu caddenin yaşam damalarından birinin koparılmasına karşı bu denli kayıtsız kalması da hassasiyet taşıyan tüm insanları rahatsız ediyor, yalnız hissettiriyor. Bundan sonra süreç, küçük bir kar tanesinin yuvarlanıp çığ haline gelmesi misali büyüyerek, iç acıtarak devam edecek gibi görünüyor. Lakin şu da var ki, şimdiye kadar kültürel ve sanatsal boyutu önemli olan tarihsel herhangi bir simge sessiz sedasız, “arada bir yerde” ortadan kaldırıldı. Emek Sineması bugün yarattığı toplumsal duyarlılıkla, aşıladığı kültürel, sanatsal ve tarihi bağlılıkla öyle kolay kolay, “bir aralık” ortadan kaldırılamayacak gibi görünmektedir. Sonunda yaşayacağımız Emek’in yaşayacak olması ile “Zafer” de olsa; Emek’in de yitirilen değerler arasına kalması ile “Hüzün” de olsa bu öyle sessiz sedasız gerçekleşmeyecek, çok gürültülü olacak…

14 Aralık 2011 Çarşamba

Türkiye’de Öğrenci Olma Ekseninde “İfade Hürriyeti”


Fotoğraf: politikadergisi.com


İnsanın erişkin, toplumsal ve siyasal meselelere duyarlı hale gelmeye başlar olduğu yaşlarla paralel olarak fikirlerini ifade edebilme arzusu da başlamış olur. Temelinde daha iyi bir yaşam vaat eden sistemler ve ideolojiler, insanların, dünyadan ve hayattan ne beklediklerini sorguladıkları yaşlarda savunduğu olgular halini alır. Toplum içerisinde sahip olması muhtemel ekonomik ve sınıfsal konum, bireyin bu kavramlara daha sıkı sarılması ve bu ideallerin savunuculuğunu daha güçlü bir biçimde savunmasına sebebiyet verir. Bu bağlamda entelektüel birikim ve kültürel gelişim adına en meraklı döneminde olan üniversite öğrencileri ülkenin bu kesimini temsil eder.

Demokrasinin söz konusu olduğu sistemler her insana eşit perspektifte söz hakkı verir. Bu hak doğrultusunda bir talebin ifade edilmesi sokağa çıkmaktan çeşitli fikirsel içeriği yayınlamaya dek uzanır. Bu çeşitliliği tüm unsurlarıyla kullanabilen üniversite öğrencisi için fakülte, bilimsel araştırma yuvası olmasının ötesinde politik hayata bir eklemlenme aracıdır aynı zamanda. Politik bir unsur olarak üniversite öğrencileri, gerek yansıttıkları ses ve gerekirse kitlesel hareketlerle ülkedeki siyasi iradeyi etkileyebilecek bir dinamiktir. Elbette devlet kurumu, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi öğrencilerin karşısına kendi kudretini temsil eden asker ve kolluk kuvvetini koyar; bu vasıtayla öğrenciler “marjinal” olarak atfedilmekten kurtulamazlar. Bu sebeple birçoğumuz televizyonda “X ülkesinde öğrenci protestosu” başlıklı haberin görüntülerini izlerken “Okumalarına baksınlar”, “Rahat batıyor” gibi tepkiler verebiliyoruz. Ama bu tür olaylara karşı gösterilen her umursamaz davranış, öğrencilik algısını yalnızca dizini kırıp, sırada oturmaktan ibaret bir çerçeveye sıkıştıracaktır.

Yaşadığımız ülkede ise öğrencilik algısı ve davranışları özellikle ’68 Kuşağı’ndan edindiği tecrübe ve aldığı mirasla büyük oranda muhalif olmaya ve aktivist olmaya karşılık geliyor. Özellikle 1980 darbesinden önce artık bir toplumun tüm tabakalarına yayılan bir iç-savaş boyutu yüzünden üniversite öğrencisi, takip eden zamanlarda apolitikleştirildi. Amerikan kültür endüstrisi, öğrenci için, “genç insan” için mutluluk ve özgürlük kavramlarını yeniden tanımladı ve ’80 Darbesi’nin sindirdiği toplumsal ortamda bu durum uzun süre sürdü. Ama son yıllarda öğrenciler arasında daha da yayılan ve canlanan bir “kendini ifade etme” ihtiyacı yeniden üniversite öğrencisinin kimliği oldu. Elbette bunda üniversitelerin siyaset yapma yeri olmadığı iddiasındaki siyasetçilerin ve üniversite öğrencilerinin “kamusal ses” hakkındaki etkisini yok sayan anlayışın etkisi de var. Ama üniversite öğrencisi olmanın, daha da ötesi yaşanılan ülkenin bir bireyi olarak beş yılda bir, bir zarfa sıkıştırılan ideolojik tercihin ötesinde bir şeyler yapmak gerektiği fikri uyandı. Sosyal devletin uygulaması gerekenlerden, eşit ve adil bir ülke özlemine kadar çok sözü vardı öğrencilerin. Bu uğurda “Yollar yürümekle aşındı” ve fildişi kulelerinde yaşayanlar bilinçli bir “kamunun” varlığı karşısında şüphe yok ki endişeye kapıldılar. Lakin devlet, tarihin her döneminde karakteristiğini korudu ve sindirmekten çekinmedi.

Konunun ana damarına, özellikle son birkaç yıldır öğrencilere karşı yürütülen sindirme politikasına geliyoruz. Artık bir rutin haline dönen “terör örgütü propagandası” ve malum “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa Muhalefet”ten ötürü ardı arkası kesilmeyen tutuklamalar; gençliği ve öğrencileri bırakın ülke sorunlarını, öğrenciliğini devam ettirip ettirememek gibi daha yaşamsal sorunlarla karşı karşıya getirdi. Sosyal devletin önemli bir anlayışı olan parasız eğitimi talep etmek gibi gayet insani bir sebepten ötürü aylarca, hatta bir yılı aşkın bir süredir hapsedilen öğrencileri hepimiz hatırlıyoruz. Yaşanan zaman, o insanların yalnızca yaşamlarından bir küsür yılı almıyor, eğitim hayatı da sekteye uğruyor ve uzuyor, toplum içinde var olan konumu sarsılabiliyor. Karnında can taşıyan bir kadın, polis tekmeleriyle dünyaya yeni bir umut getirmekten alıkonabiliyor. Yürümek ve sesini yüksek sesle duyurmaya çalışmak cop, biber gazı ve tazyikli su olarak katmerli bir biçimde geri dönebiliyor. Öyle ki, artık “aktivist” dahi olmaya lüzum yok “suçlu” olabilmek için. Belki de geleneklerinin, kültürünün bir simgesi olarak poşu kullanan bir insan “oradan geçiyorken” göz altına alınıp, aylarca özgürlüğünden mahrum bırakılabiliyor. Hatta ellerindeki kitaplarda “Lenin” isminin telaffuz edildiği insanlar bir anda “merkeze alınabiliyor”. Bu ve bunun gibi birçok örnek, artık Türkiye öğrencilerinin yaşamsal bir gerçeği halini almış durumda. Yine bu ve bunun gibi birçok örnek, siyasal iradenin “demokrasi” sözcüğüyle, insanlara aslında “demokrasi”nin, idealize edilenden ne derece ilgisiz olduğunu kanıtlıyor.

Yaşanan süreçte ne yazarların, ne akademisyenlerin, ne sözü geçen diğer “kanaat önderlerinin” endişeleri dikkate alındı. Tabiatıyla, “öğrencilik algısından” tüm toplumsal değerlere kadar keskin ve tek taraflı değerlendirmelerde bulunan siyasal iktidarın pek de dikkatini çeken söylemler olmadı bunlar. Çünkü görünen o ki, ülkedeki “seçmenin” tercihi, insana zihinleri ve yaşamları yönetme gücü de verebiliyor. Bu bağlamda yapılacak iki seçenek duruyor önümüzde: Birincisi, toplumun “yetişkinlerinin”, kendi çocukları, yakınları, torunları vd. olan üniversite öğrencilerine duyması gerekli olan saygı. Bu saygı, yalnızca o insanların üniversite eğitimini sürdürmesine gösterilen saygı değil; o insanın fikirlerine ve bunu ifade etme biçimlerine gösterilmesi gereken duyarlılıktır. İkincisi ise var olan olumsuz durumun daha ötesi için sözü edilebilecek bir formül. Artık polis, yasalar ve tüm baskı unsurları ile tektipleştirilmiş öğrencilerin gerçek manada bir “kamu” olabilmesi; bir araya gelip, var olan düşünce farklılıklarını göz ardı etmesiyle, hakkı olanın mücadelesini vermesi gerekliliğidir. Siyasetçilerin ve seçmenlerinin kanaati bellidir. Çözüm ise yine öğrencilere aittir.